8/17/2009

Komplonu goruyorum ve onu iki katina cikariyorum!

Komplo teorisi dedigimiz nane, bir tek Turkiye'de degil tum dunyayi kasip kavuran, haberleri dolduran, ve hatta komplonun komplosunun yapildigi oldukca yaratici bir alan.
Diyorum ki, hazir issizlik varken, milletin karni ac, akillari da bosken, neden komplo teorisyenciligi diye yeni bir istihdam alani yaratmiyoruz, universitelerde bunun uzerine yuksek lisans programlari kurmuyoruz.
Hem belki o zaman, bir gun herkes 5 saniyeligine komplo teorisyeni olur ve herkesin basili bir kitabi olur.
Bilim kurgudan sosyal kurguya geldigimiz su noktada, oturup aglasak mi, gulup eglensek mi bilemedim.
http://www.ntvmsnbc.com/id/24992115/

4/29/2009

Bir hayal miydi ki haklarimiz? Yoksa cok mu kadindik?

Ortaokulda daha 15 yasimda, aklima ve dilime Uluslararasi Iliskiler bolumunu soktuktan sonra, universitede bu bolumu kazanip okumak benim icin en buyuk basirilardan birisiydi, en azindan universite hayatimin ilk senelerinde.

Derken, gittigim universite beni yonttu, bicti, dikti, Faruk Alpkaya'nin ilk derslerde bize kendimizi rencide edilmisiz gibi hissettiren, "Bir kibrit kutusundaki kibritler gibi geldiniz bu okula, ciktiginizda sansliysaniz kendine has sekli olan cakmaklar olacaksiniz." derken ne demek istedigini, bugun o zamanlara baktigimda cok iyi anliyorum. 
Aldigim egitim, beni dusunmedigim yerlere goturdu, oralarda yolumu kaybettirdi, buldurdu, kafami karistirdi, kendimle celistirdi ve o kadar cok icinden cikamadigim hallere dustum  ki, yine pek sevdigim bir hocamin tavsiyesiyle, Ingilterelerde kendimi Insan Haklari calisirken buldum. Aklimda farkli seyler vardi buraya gelirken, Ingilizlerin "Insan Haklari" lafini duyduklari anda bu kadar skeptik olacaklarini tahmin etmemistim ve kendi ulkemin vatandaslari ile konusurken, beni bir tek "dincilerin" ve "Kurtlerin" anlayacagini, bir donemin solcularinin bile bu kavrama dudak bukecegini aklima dahi getirmemistim. Ama kafama en cok dank eden, Insan Haklari dedigin anda insanlarla arana giren cinsiyet duvari oldu.
Ayhan Yalcinkaya'dan aldigimiz, "dakika bir, gol bir" toplumsal cinsiyet aydinlanmasi sonrasinda, benim belli bir sure aklimda, Uluslararasi Iliskiler ve Cinsiyet okumak gibi bir fikir vardi. Nedeni oldukca basit: Biz bugun siyaset, diplomasi, guvenlik gibi kavramlarin tumunu bir erkek soyleminden tartisiyoruz. Realist paradigmanin realist olmayan dilini kosulsuz kabullenmek gibi bir egilimimiz var. Oyle ki, benim canim ulkemde, solcusundan sagicisina herkes realist, herkes maskulen, herkes belden asagi, herkes cocuk gibi. Solcusundan sagcisina oturup dusunme geleneginden yoksunuz. Kavramlari tartismiyoruz hic bir meselede, duygusaliz fazlasiyla. Buna da devlet kurumuna saygi susu verip realizmden devsirme bir irrealizmle yasayip gidiyoruz.
Dun bir arkadasla Kurt meselesini, benim uzun sure gormezden geldigim satasmalarina nihayet dayanamamam sonucunda tartisirken, hak ve adaletten bahsedip, bu insanlarin tarihine atifta bulunup anlatirken, "Ama siz cok Insan Haklari okumussunuz, cok duygusallasmissiz!" demesi, benim bittigim, ademogullarina saygimi yitirdigim noktadir. Bunu Mulkiye gibi bir okulun Kamu Yonetimi ve Siyaset Bilimi gibi insani en cok yontan, gelistiren farkli konularda dusunduren bolumden mezun olmus bir kisinin agzindan duymak ise inancimin en cok tukendigi noktadir.
Insan Haklari ile Siyaset Bilimi arasindaki bu cinsiyet duvari nereden gelmektedir? Belki henuz yediremedigimiz cinsiyetci, sozde modern ozde geleneksel erillikten. Belki de devlet dedigimiz kavrami bir halk olarak pek anlayamamis olusumuzdan.
Devlet teorilerine baktigimizda, Hobbes'un Leviathan kavrami, benim icin devleti anlamak icin yeterli bir kavram degil. Bireyle devlet arasindaki iktidar iliskisini, toplumsal sozlesmeye baglamanin dogruluguna da tamamen inanmiyorum. Lakin, benim icin devlet, kendisini Leviathanlastirma egilimine fazlasiyla sahip bir olgu. Birey-devlet iliskilerinde belli kontrol/guvenlik mekanizmalari koymadin mi, bir anda bireye karsi bir hale donusup tum gucu kendinde hissedebilecek kadar yoldan cikabilecek bir kurum. Bunun sadece, modern/kapitalist devlet modellerini aciklamak icin yeterli olabilecegini de dusunmuyorum. Tarihler boyunca devlet olarak addedilebilecek kurumlar Leviathanlasabilme egilimi gostermisler ve bunu becermislerdir de. Tarihte benim gozumde degisen tek sey, bireylerin bu devlet unsuruna karsi koydugu tepkidir.
Benim icin bireylerin tarihi, kabullenmeden hak talebine giden bir tarihtir.
Lakin benim guzel ulkemde, hak dedin mi, bir duracaksin, sagina soluna bakacaksin.
Benim ulkemde "hak", son 20-30 senedir, komprador bir kavram, ulkeyi icten bolme talebi, kendini bilmezlik, deyyusluk. 
Ben bugun kadin ya da cok duygusal oldugum icin Insan Haklari calismiyorum. Ben, kendisine bir birey olarak saygisi olan bir kisinin, Turkiye gibi bir ulkede hak kavramini agzina almadan yasamasini, omurilikten verilen bir tepki olarak goruyorum. Insanlarin yarattigi bir kurumun, insani degerlerden daha ustte tutulmasina da inanmiyorum. Devlet iktidarinin mutlakligina da inanmiyorum. Realizme gelince, realizmin cizdigi sinirlar, militer uslup ve ali politika/adi politika gibi ayrimlarla ve onlarin ifade ettigi devlet kavramiyla, (teorik anlamda degil) "realizme" teget bile gecmiyorsun. Aslinda, realizmin insanin yarattigi bir hayal dunyasinda, ona sizofren bir hayat kurdugunu dusunuyorum devlet soylemiyle. Realist devlet ve siyaset soylemini bu anlamda gun gectikce, daha da tahammul edilemez ve eril buluyorum. Dogru.
Fakat su eril/disil hadisesini de aciklamali. Eril deyince erkekten bahsetmiyorum, yani eril deyince yeryuzundeki tum erkeklerin genetik kodlari ile ilgili bir saptama da yapmiyorum. Benim icim eril kavrami, tarihteki deneyimlerle erkeklerle ozdeslesmis bir kavram. Savasci olmak, idin fazla on planda olmasi, iktidarla ozdeslesmesi ve bu nedenle statukocu olmasi tarihsel ve kulturel deneyimlerimizin bir sonucu. Yoksa bir erkekten daha beter eril dusunce yapisina sahip nice kadin var dunyada. Disil deyince de, ayni sey gecerli. Daha sakin olmak, alttan almak, fakat sorgulamak, degistirmek, karsi cikmak da kadinlarin tarihteki deneyimleri ile ilgili. Ebelerin, tanrinin cennetten kovulmadan once disilere koydugu dogumsancisi lanetini azalttiklari icin, cadi diye yakildigi su "eril" tarihte, ne zaman cinsiyetci hassasiyetlere sahip bilincli bir insan gorsem, onda disil bir yon oldugunu dusunurum. Bu bakimdan da, cinsiyetci farkindaliga gercekten sahip o kadar cok erkek gordum ki, pek cok kadinin eril kabullenislerinden utandirirlardi bizi.
Eril ve disil arasindaki iktidar mucadelesinin siyasi boyutunda, hak kavramina pek cok seyden daha cok sariliyorum ve inaniyorum. Kadin oldugum icin degil, duygusal oldugum icin hic degil. Insanin kendi tabularini yikmasi gerektigine inandigimdan, hayali kavramlarin hicbir topraga mutluluk getirmedigini bildigimden.
Deliligin tarihini, bir insanlik tarihine cevirmede, elimde baska hangi silahlar olabilir? Baska ne, bu kadar kan dokulerek cizdigimiz tarih resmini temizleyebilir?
Ben hayal istemiyorum, hayati istiyorum, insan gibi yasamayi. Ozgur ve esitce!
Kadinlik bu istegin neresinde?

4/14/2009

Neresinden tutacagimi bilemedigim bir cubuksun Turkiye!

Iki ucun da ayni sona cikiyor. Gazete okumak icin artik saglam kalp gerekiyor ve tabi mide. Zira iskencelerin giderek bollastigi, esitlikci bir toplum dusleyenlerin terorist ilan edildigi, daha da fenasi olduruldugu, demokrasi diyenin libos, hukumet elestirenin darbeci, ikisini de yapiyorsan anarsist oldugun bir ulkesin Turkiye. Bir ulkede herkesin milliyetci ve kahve muhabbeti yapmasini anlayamiyorum, uzgunum. Her sabah gazetelerin sayfasina girerken, mideme kramplar giriyor. Herkesin ikiyuzlulu olmasini kaldiramiyorum. Insanlarin da aymazligi bana fena koyuyor, cunku en bilgili, dusunen saydiklarim bile, hangi gazeteyi okuduklarini, kimi alkisladiklarini ayirdedemiyor. 

Her ifade ozgurlugunu yaftaladigin gibi, demokrasin de bir garip, ugruna askeri de insan haklarini da ayni anda yipratabiliyoruz. Sonra bir pasa cikip, tum Turk 'milleti' adina "toplumumuz bu kampanyaya itibar etmemekte ordusunu sevmekte ve güvenmektedir. Bu asker Türk milletinin bizatihi kendisidir" diyor, kendimi yanagina hafif dokunulmus ve 'hadi canim, hadi' denmis bir cocuk gibi hissediyorum, Hep laflar, buyuk adamlarin agzindan cikmis da, aslinda kimse o 'toplumun' ne istedigini sormamis gibi. Gibisi fazla belki de. Belki de bu demokrasi oyununda, hep haklarimiz zarar gormus, gerisi makyaji olmus gazete sayfalarinin.
Orta sinifin da yeryuzunun en ikiyuzlusu diyebilirim. Belki de degildir, ama bu kadar sorunun oldugu bir ulkede, nasil bir orta sinif halet-i ruhiyesidir bu kadar konformizme yer veren. Hrant Dink olduruldugunde, 'bir sey yapmamis olsa oldurulmezdi, varmis demek ki bir yaptigi' deyip Ugur Mumcular icin aglayanlar ayni kisiler. Gizliden gizliye herkeste bir azinlik karsitligi, homofobi, statu anksiyetesi. O kadar gizli ki, her davranisimizin altinda ve komik bir sekilde, tam da bu nedenle goze sokulan comak gibi gorunur bir halde. Bu tavirlari degistireyim desen, o kadar derinlere inmek lazim ki, sosyal muhendislik gerektirir, bir nesil degil, tum nesilleri degistirmen gerekir.
Akademinden de dem vuracagim Turkiye, cunku bence en cok onlar suclu. Medyatiklestikce, kahve muhabbetlerine gomulen, ya elestirileri, kosulsuz sartsiz demokrasi ve reformlar adina susturan, ya da elestiri yaptigini sanip havada ucan kustan bile nem kapan insanlarin bu ulkenin universitelerinde, genc insanlara bir seyler ogretiyor olduklarini ve bunun icin de para aldiklari gercegini dusundukce, nesiller boyunca icsellestirdigimiz garipliklerimizin degistirilemezligi fikrim percinleniyor. 
Bir de kendi kendimize eziyet cektirir gibi, birbirimize gonderdigimiz mailler furyasi var, Turkiye. Turk toplumundan en suphe ettigim anlari o mailleri okurken yasiyorum. Hep bir arabesk vicik vicik duygusallik, her konuda, her yerde. Cocuk istismarina mi karsiyiz, "Annemi kaybetmistim, sakallar delmisti tenimi..." gibi yazilara ihtiyacimiz var, mobilize olmak icin. Hep Reha Muhtar triplerine girmeliyiz, hep en boktan araclari kullanmaliyiz, zira aklimiz almiyor, cocuk istismarinin hicbir sey demesek de ne kadar kotu bir sey oldugunu. Politikacilari mi elestirecegiz, irkcilik yapip, ne kadar Ermeni, ne kadar Yahudi olduklarindan bahsetmeden, yuruttukleri politikalarin sacma sapanligini konusamiyoruz. Yani ekonomi politikasi basli basina bir elestiri sebebi olamiyor, mutlaka bu politikalari bir irka baglama ihtiyaci duyuyoruz. Dini politikalara mi karsi cikacagiz, Turkculuge vurgu yapmadan baslayamiyoruz. Emperyalizme mi karsi cikacagiz, asagilik kompleksimizi biraz daha alevlendirmeden, yabanci dusmani olmadan, emperyalizmi telaffuz bile edemiyoruz. Kolanin zararlarini, icindeki E300'lerden yillar yili anlamadik, midemizi bulandirici fareli bocekli komplo teorilerine ihtiyac duyuyoruz.
Pek cok modern toplumda, sizofreni, manik-depresif vakalar, paranoya ve bilimum psikotik hastalik sayisi gun be gun artiyor, dogrudur. Ama bir toplumda butun olarak bu belirtileri gormek, tarihimizin, gundelik hayatimizin, iliskilerimizin, kavramlarimizin bunlarla yogruldugunu gormek kac tane ulke dedigimiz toprak parcasina hastir, sorarim sana Turkiye. Uzerinde kavgalarimizi, paranoyalarimizi, abuk subuk teorilerimizi bitiremedigimiz toprak parcasini, nam-i diger ulkeyi, ozluyorum. O insanlari, her seye ragmen, bir umutla kucaklamak istiyorum, seviyorum da cogunu. Ama diger tarafta, actigim gazete sayfalari, her gun beni daha uzak kitalara yolluyor, donus gunumu kabuslarima ceviriyor.
Seni yasamak icin, hep bir ikilem mi hissetmemiz gerekiyor, Turkiye? Fonda, Yeni Turku, meshur sarkisini calarken, bizde bir cember sasirmisligi hissi...

3/30/2009

Secimsizligin oldugu secimler... secimler... bizim secimlerimiz

Turkiye'deki yerel ve genel secimlerin, asla demokrasi ile bagdasmamasi hep canimi sikmistir. Ustelik bu bagdasmamayi gormek icin, secim sonuclarina gitmemize, hile yapildi dememize gerek de yok. Tum secim sureci boyunca, demos ile politika arasinda bir bag kurulamaz. Ne aci. Bir yerel secim atlatildi, fakat yine demokrasi feda edildi, demosun eli gozu bagli. 

Universiteye basladigim sene, yil 2004, yerel secimler olmustu. Ben, Izmir'de CHP kazandi diye seviniyorum. Ertesi gun, Aykut Celebi'nin Sosyal Bilimlerde Yontem dersi var. Kendisi harika bir insan oldugundan, egitimi de ogretmenin parcasi saydigindan, sik sik derste bizimle degisik konularda konusur, degisik odevler verir, degisik sorular sorardi. O gun de, her seyi bir kenara birakip secimler uzerine konusalim biraz dedi. Ama dusunun, liseden cikmisiz, siyaset de okusak, tum zihnimiz senelerce belli kaliplara oturmus. Derken Volkan kalkip, "Bence Izmir'de ha AKP kazanmis, ha CHP kazanmis, ne fark eder. Ikisi de Izmir'in sorunlarina cozum bulamadiktan sonra, ikisi de ayni gozumde." demisti. Volkan hep bizden biraz daha ondeydi sanirim. Soylediginin mantikliligi ile, dusunduklerim ve dusundurtturulduklerim arasindaki gel-gitlerimi hatirliyorum. O an, cidden hayatima bir seyler kazandiran anlardan birisidir.
Simdi secim sonuclarina bakiyorum, AKP'nin kazandigi yerler icin uzgunum, cidden. Fakat MHP'nin kazandigi yerler icin de uzgunum CHP'nin kazandigi yerler icin de. AKP gibi despotik bir partiyi istemiyorum ulkemde, dinci olduklari icin degil, demokrasiye verdikleri zarar yuzunden, siyaset konusmayi unutturduklari icin. Siyasa konusmayi hic hatirlamadiklari ve hatirlatmadiklari icin. Diger partileri de destekleyemiyorum, onlar da en az AKP kadar siyaset yapmaktan bihaberler.
Nasil bir pazarlik, nasil bir siyaset etigidir bu! Nasil bir bencilliktir. Ulkemin konu Kurtce oldu mu, Lozan'i ve diger tum hukuki-insani degerleri unutan politikacilari, neden konu demokrasi oldu mu sesiniz alcaliyor? Neden kimse, politikacinin gorevinin temsil ve hizmet oldugunu anlamiyor? Neden kimse 'Idare hukuku" bilmiyor? Cok bir sey bilmeye de gerek yok, gundelik hayatinizi anlamlandiracak kadar bilin yeter!
Neden kimse kutsal kitaplarin hep atifta bulundugu, "once soz vardi" ve "oku!" girizgahlarinin anlamini anlamiyor? Ikisi de bilgiye atifta bulunur. Bir anlam kazandirmak ve uretmekle ilgilidir.
Ben bir anlam ariyorum, secimlerde, temsiliyette, egemenlikte, siyasette... Cok mu?
Basbakanimla ayni fikirleri paylasiyorum bu konuda, gariptir.: 'Sonuclar beni tatmin etmedi'. Yine.

12/02/2008

Edward Said'e (taslaklar hanesinden realiteye uzun bir aradan sonra ulaşabilmiş bir yazı)

Bugün umutlandım. Uzun zamandır ilk defa. İnsanların -her zaman- kötü olmayı tercih etmediklerini ve yaptıkları şeyleri uzun vadede değerlendirdiklerini, isteseler de istemeseler de bilinçaltlarının bir şekilde o yargıları onlar bilmeden, istemeden yapabildiğini gördüm.

Waltz with Bashir, tarihin ve bilinçlerin basma kalıp yargılarla dolduğu bir yerden, İsrail'den ve İsraillilerin bilinçaltlarından, savaş izlerinden, kabuslarından sesleniyor bize. Cesur eleştiriler ve bağlantılarla, kendi içlerindeki sesin susmadığını, öldürmenin ve öldürülebilir olmanın yükünü taşımanın bedelinin farkında olduklarını gösteriyor. Öyle ki, savaştan, Ortadoğu'dan, kandan büyük oranda uzakta, bir salon dolusu insan film bitiminde yerlerine mıhlanıp kalıyor. Dakikalarca salonu terk etmeyip en son çıkarken ise gözlerinde bir acının bilincini taşıyorlar. Üstelik ne taşıma... Herkesin gözü diğerlerinin üzerinde, kendi yaşadıklarının bir benzerini onlarda arıyor.

Film bizi sadece İsrail-Filistin tarihi ile değil, koskoca bir savaş tarihi ile yüzyüze getiriyor. Sadece savaş tarihi mi? Koskoca sinema tarihi de aklıma geldi geldi gitti. Onca Holokost filmi, Almanların Yahudilere zulmü ile ağlatmadı mı, bizi her filmde, vatansız kalmış, ailelerinden koparılmış, iğrenç işkencelere maruz kalmış kişilerle tanıştırmadı mı? Bu film, Europa Europa'da, bir salda yeni vatanına kavuşan bir adamın geçmişin izi ile ıslak bakan gözlerinin arkasında bıraktığı göz yaşlarına değiniyor. Nihayet. Öyle bir nihayet ki, yıllardır bunu bekledim diyebilirim. Sinemanın iki yüzlü tavrından o kadar sıkılmıştım ki, obsesif bir şekilde filme gitmeyi aklıma koydum. Tattığım acının mükemmel zevki ile terk ettim salonu, benimle aynı hisleri paylaşan bir sürü insanla.

Mutluyum, Umutluyum.

Nihayet!
----------------------------------------------------------------------

...derken bir gün, yeniden başladı şiddet. Umudum, bir halkın yeniden yaşadığı acıları altında ezildi. Üzgünüm, Edward Said. Fakat minik bir umut, belki bir gün bir şeyler değişir, insanoğlu bu iğrenç yanına teslim olmamayı öğrenir diyor. Benim gibi bir insan bile, senin gibi gidip, hiç tanımadığı insanlarla birlikte, taş atmak istiyorsa tanklara, askerlere, neden diğerleri de istemesin?

10/17/2008

Leave your ego at the door!

Ego dediğimiz şey, nasıl da bizim en önemli parçamız olmuş durumda, insan sakat kalmaya, hasta olmaya, en yakınlarını kaybetmeye bile alışıyor da, mesele egoyu bırakmaya geldi mi, yolundan dönüyor.
Ben lisans hocalarıma apayrı bir sevgi duyarım. Nedeni çok yüksek notlar almak, sürekli pohpohlanmak değildi, ki geldiğim kurum böyle gereksiz tavırlara yataklık etmezdi de. Derlerimize birinci sınıftan itibaren giren hocalar, düşündüklerini ilk günden itibaren söyleme konusundaki yetenekleri ile ünlüdür diyebilirim. Hatta idol olarak benimsediğim hocalar, açık açık "Akademide kibarlığın yeri yok." derler ve çok da doğru düşünürler. Çünkü insan ancak böyle kendisini daha çok düşünmeye, neden sonuç ilişkisi kurmaya ve yapılan iddiaların temellendirilmesi üzerine kafa yormaya zorlar. Çuvallamak, bir insanın hayatında edinebileceği en önemli deneyimdir.
Bir keresinde, yapacağım sunumun metnini attığım çok sevdiğim ve takdir ettiğim bir hoca, yazdığı mailde, dan diye, "Yeni bir şey söylememişsin, sıkıcı buldum." deyince yaşadığım anlık kızgınlık, aslında yapmak istediğim ve şu an olduğum yer arasındaki mesafeyi ve yenilecek tonlarca ekmeği göstermiştir bana. Egomun güçlü olması kadar, kontrollü olabilmesini çok sevmişimdir bu dönemde. "Kızmadan önce 10 saniye düşün, bu adam neden böyle bir şey söyledi." methodu gerçek bir ego egzersizidir. Tavsiye ederim. Çünkü sen, sadece varlığınla egonu birleştirip kendini zırhlarla çevrelememeye alışıyorsun. Bu yalnız varoluş halinden (üstelik bu halde, kendin bile beyninle, diğer organlarınla her şeyinle tam bir bütünlük halinde olmadığından parça pinçik, tekil bir haldesindir), kendini "ne olmak istediğine" karar verip genel kullanıma açıyorsun. Egoyu belki arada kapıda bırakıyorsun, ama dönüp baktığında kocaman güçlü bir "sen"le karşılaşıyorsun.
Şimdi bakıyorum da... Geçen sene, egolarımızı sivriltip durmuşuz. Üstelik kime? Kendimizle bir insanlara... Sürekli bir hırs, ihtiras, entrika psikolojisi... Aslında bu öyle kırılgan, uçlarda dolaşan bir psikolojidir ki, bir rüzgara tutulsa tepe taklak düşüp sulugözlülük eder. Çevresinde gereksiz bir "kibarlık" vardır. Eleştiriler eleştiri değildir, o nedenle çuvallasan bile bir sonuç çıkaramaz, sinir krizleri içinde kendine ve çevrendekilere daha da yabancılaşır, yalnızlaşır, uzaklaşırsın. Ego desen bıçaktan keskin olmuştur çoktan.
Şimdi burada, bu yabancı insanlarla dolu şehirde, kendimi yabancı hissetmiyorum. Geçen seneden kalma alışkanlıkla sivrilttiğim egoya karşı, Theoratical Foundations of Human Rights dersinde, hoca, "Dııt yanlış sonuç!" dediğinde 30 saniye sinir olduysam, geçen seneki ego kırıntılarından. Ama neyseki "Yanlış sonuçsa, o zaman daha dikkatli düşünmeliyim" çıkarımını yapamayacak kadar kör olmamışım. Hemen 4 seneyi hatırladım. İlk zamanlar sınıfın ortasında kıpkırmızı olduğumuzu, sonra hocalar bizi bozdukça daha da diklenebildiğimizi ve buna onların bayıldığını, tartışmaktan korkmadıklarını hatırladım.
Burada da öyle. Çünkü genel fikirler ve tek tek her bir sözcük, tartılıyor. Bir sorumluluk yükleniyor omuzlarınıza, ağzınızdan çıkacak her sözcük için. O nedenle, "Saçmalamaktan korkuyorum, o halde düşünüyorum" felsefesine geri dönüp, konuşmak için konuşmak kültürünü bırakıp tüm duyu organlarımı açıyorum.
Öyleyse varım.

10/12/2008

Korku, güvenlik ve sosyal zihin bulamacı

İnsanın ne kadar özel bir yaratık olduğuna dair kitaplar yazılır, mutlaka görmüşsünüzdür. Beynini kullanabilen tek yaratık denir, konuşabilen tek yaratık denir, düşünülebilen hayvandır denir. Ben şu ana kadar, hayvan olma kısmından ötesiyle nadiren her fikir olabildim, gördğüm örnekler nedeniyle. Ancak sıradan hayvanlardan farkımız, biz sağduyudan da mahrumuz. Bir hayvan kendisine neyden tehlike geleceğini, nasıl koruyacağını öyle mükemmel bir şekilde hissederki, kendini onun yanında çıplak hisseder insan, onun aklına hayran kalır. İnsanı insan yapan, Pandora'nın kutusunda kalan umut değil, üzerine yapışan korkudur. Öylesine sürekli yenilenen, olduğu yeri tüketen, kanser gibi yayılan, çoğalan bir histir ki bu, nihayetinde adem oğulları ve havva kızları bağımlı olmuşlardır ona. Öyle bir dünya kurmuşlardır ki kendilerine, bu son derece doğal duygu ile beslenen siyasal, ekonomik, sosyal sistemler kurmuşlardır. Artık onların bağımlılığı sistemin devamına eşittir.
Böyle düşünceler geçti aklımdan, The Strangers denilen, son derece gereksiz filmi, filmi beraber izlediğim kişinin kollarında tırnak izlerimi bırakarak atlattıktan sonra. Film, kısaca Batı'da giderek artan saiksiz şiddeti, yeni eğlence alanı yapanların ve onlara kurban olan bir çifti anlatıyor. Türkiye gibi ülkelerdeki gibi, "Anama laf etti vurdum.","Namusumuza leke sürdü, vurdum." kadar bile bir amacı olmayan bir şiddetin ortasında bırakıyor bizi. (Pardon, ikisi de birbirinden mi anlamsız. Doğrudur.)
Çiftimiz gittikleri yazlık evde, 3 sapık kişinin eğlencesi oluyorlar. "Is Tamara there?" cümlesi hiç bu kadar korkutucu, sinir bozucu bir şekilde söylenmemiştir herhalde. Öyle ki, üyesi olduğum bir siteden, Tamara adıyla gelen mailler bile sinirimi bozar, kaslarımın kasılmasına yol açar oldu, sırf bu film yüzünden. Düşünsenize, ev gibi kendinize güvenilir bir yer olsun diye seçtiğiniz mekana, istedikleri gibi girebilen, üç maskeli, ağır düzeyde rahatsız insanlar olduğunu, sizi keyif olsun diye, tatlı niyetine öldürdüklerini... Bunu ağır ağır, acı çekmenizi izleyerek yaptıklarını... Film boyunca gecenin bir yarısında çalan kapıları, kanla pencereye yazılan kapıları ve hiçbir şeyin bu yabancıların içeri girmesini engelleyemediğini izlediğinizi düşünün. Onların sizi her an görebildiğini, sizin şaşkın ördekler gibi hangi yöne bakacağınızı bilemediğinizi ve onların hep de bakmadığınız yönde arkanızda belirdiğini... Evet, film insan psikolojisi ile çok iyi bir şekilde oynuyor. Kedinin fare ile oynadığı gibi hem de.
Diğer can sıkıcı nokta, hiçbir karakterin psikolojisine derinlemesine girmemesi. Filmin başından sonuna, bu eğlencenin kurbanı olan karakterler ve böyle tuhaf "alışkanlıkları" olan karakterler arasında hiçbir ilişki yok. Bu karakterler, gökten inmiş filme. Kimdiler, ne iş yaparlar, nasıl insanlarlarla takılırlar anlatılmıyor. Saldırıyorlar, kaçıyorlar, korkuyorlar, korkutuyorlar, ölüyorlar, öldürüyorlar. Film bundan ibaret. Karakterlerin yüzeyselliği ise, her izleyenin çabucak özdeşleşebilmesini, korkuyu içselleştirmesini sağlıyor. İzleyiciye deniyor ki, "Bu insanlar herkes olabilir. Bu filmdeki herhangi bir karakter olabilirsin. Köşedeki bakkal katil olabilir, ya da yolda yanından geçen herhangi birisi. Ve sen kurban olabilirsin..." Filmin sonuna doğru, misyoner oğlancıkların "Günahkar mısın?" sorusuna, "Bazen!" cevabını verip broşür alan arkadaşına "Merak etme, bir sonraki daha kolay olur." diyen bu maskeli kahramanımız, bize çok düşünme payı bırakmıyor. Korkmalıyız, çünkü devam edecek bu şiddet.
Çok başarılı gerçekten de, sistemin devam etmesinde... Bireysel silahlanmanın tavan yapmasında ve o mükemmel döngünün sürüp gitmesinde: Silahlanma mı şiddeti tetikler, şiddet mi silahlanmayı? Tavuk civciv hadisesinden daha büyük bir sosyal kısır döngü. Korkmalısın ve silah almalısın. Hmm yanında da bir Malbora Light...Hiç fena bir hayat değil doğrusu.
Böyle bir filme neden para yatırıldığına şaşırmıyorum. Fakat, böyle bir filmi çevirmeyi aklına getiren yönetmenin, ruh sağlığından şüphe duyuyorum. Para için bu filmde oynamayı kabul edip iyi bir iş yaptığını düşünen oyunculardan da. Korkması gereken onlar, çünkü bundan sonraki her ateş eden silahta bir parça sorumlulukları var.

7/25/2008

Kot kumlama ile ölüme kaç kala?

Biz, dizi kültürünün içine doğduk. Bizimkiler ile başlayan bu kültür, niceleri ile devam etti ve sakız gibi uzayan, tam her şey tıkırına girmişken, yeni bir sorunla karşılaşan insanların yaşamını, gerçek hayatta bunların bin beteri olmuyormuş gibi izledik durduk. Oysa, kişisel tarihlerin deşilmesi ile, bir de bakmışız, çevremizdeki insanlar nice gündelik facialar yaşayarak gelmişler bugünlere.
İkinci tür facialara da, gündem konularında rastlıyoruz, ki 80'lerden itibaren aşırı dozda komplo ve müstakbel-facia haberlerine maruz kaldık diyebilirim. Her haber bülteninde veya gazetede, her şeyi ilişkilendirdiğimiz komünist tehdidinden, emperyalizmden, islami tehditten, kimsenin aldırış etmediği, o sessiz kalmış ölümleri, faciaları, ölüm-kalımları görmezden geliriz.
Radikal, bugünkü haberlerinden birisini, kot kumlayan işçilere ayırmış. İlk defa, Deniz'den duymuştum böyle bir mesleğin olduğunu. Estetik kaygıların nasıl öldürdüğünü... Askere gittiklerinde, çürüğe çıktıkları vakit ölüm fermanlarının da verildiğini...
Ne dizilere, ne de haberlerde de komplo üretmeye gerek yok. Bu habere bir bakmak ise elzem.



'Kumlanmış kot giymeyin, insanlar ölüyor’
Çökerek Köyü’nde yapılan sağlık taramasında hastalık belirtisi görülen 40 köylü, Ankara’ya götürüldü, bunlardan 20’sinde hastalık tespit edildi. Köylülerle, Yozgat Milletvekili Osman Coşkun ilgileniyor.
24 / 07 / 08
Kot kumlama fabrikasında yakalandıkları hastalık nedeniyle yaşam mücadelesi verenlere sahip çıkan Ak Partili Coşkun, kumlanmış kot giyen herkesin bir kişinin hayatını riske attığını bilmesi ve bu fabrikaların kapatılması gerektiğini söyledi

YOZGAT - Yozgat’ın Çekerek ilçesine bağlı Koyunculu köyünden 1987 yılında çalışmak için gittikleri İstanbul’daki bir fabrikada "silikozis" hastalığına yakalandıklarını ileri süren köylülere sahip çıkan AK Parti Yozgat Milletvekili Osman Coşkun, yapılan sağlık taramasında hastalık belirtisi görülen 40 köylünün muayenesini Ankara Eğitim Hastanesinde yaptırdı. 20 kişide hastalık tespit edildi.
Coşkun, yaptığı açıklamada, köyden İstanbul’a gidenlerden 50 civarında gençten 14’ünün bugüne kadar öldüğünü, geriye kalanların ise hastalıkla mücadele ettiğini belirtti. Coşkun, konunun basına intikal etmesinin ardından, Çekerek Kaymakamı Ahmet Odabaş ile görüşerek, sosyal güvencesi olmayanlara yeşil kart çıkartıldığını vurgulayarak, "Köyde yapılan sağlık taramasında 40 kişide hastalık belirtisi olduğu belirlenerek, bu vatandaşlarımızı Ankara’ya getirip, Eğitim Hastanesinde muayenelerini yaptırdık" dedi.

MECLİS ARAŞTIRMASI İSTEDİ

AK Parti Yozgat Milletvekili Osman Coşkun, TBMM Başkanlığına başvuruda bulunarak, Meclis Araştırması istediğini de vurguladı. Coşkun, "Meslek hastalıkları riski içeren sektörlerde çalışan işçilerin sağlık sorunlarının araştırılarak, alınması gereken önlemlerin tespiti amacıyla" Meclis Araştırması talebinde bulunduğunu belirterek, İstanbul’da kaçak olarak kot kumlama atölyelerinin çalıştırıldığını, çalışanların ise "silikozis" denilen hastalığa yakalandığını anlattı.
Osman Coşkun, şöyle konuştu:
"Yozgat Çekerek ilçesi Koyunculu köyünden İstanbul’a çalışmak üzere giden vatandaşlarımız kot kumlama işinde çalışmışlar, bunun sonucunda silikozis hastası olmuşlardır. Kumlanmış kot giyen herkesin en az bir kişinin hayatını risk altına aldığını bilmesi ve kot kumlama yerlerinin derhal kapatılması gerekir. Meslek hastalıkları hastanelerinin sayısı ve imkanları artırılmalıdır. Meslek hastalıklarının önlenmesine yönelik çalışmalar başlatılmalı ve önlemler alınmalıdır. İşçilerin resmi sağlık dosyalarında Özel Sektör tarafından yapılan testlerin özetinde kan kurşun seviyeleri ve benzeri değerler normal olarak değerlendirilmiştir. Özel laboratuvar testlerinin, 80 ilde bulunan Sağlık Bakanlığı Halk Sağlığı Laboratuvarlarında ve 7 ilde bulunan Hıfzıssıhha Bölge Laboratuvarlarında resmi kurumlar tarafından yapılmasının sağlanması gerekmektedir."

ŞİMDİYE KADAR 14 KİŞİ ÖLDÜ

Milletvekili Coşkun’un girişimleri sonucunda Ankara’ya götürülen 40 kişinin yapılan muayenesinde 20 kişide hastalık tespit edildi. Taburcu edilen köylüler köylerine döndü. Köylüler, hastalık nedeniyle bugüne kadar 14 kişinin öldüğünü belirttiler.
Köylülerden 89 yaşındaki Abbas Özkan, İstanbul’da çalıştığı iş yerinden hastalık kapan oğlunun 1989 yılında vatani görevini yaparken öldüğünü, 32 yaşındaki Zeki Akgündüz ise "Hastalığım nedeniyle gittiğim hastanede ciğerlerimden su almak istediler, kabul etmedim. Çünkü ciğerinden su alınan arkadaşlarımın hepsi öldü" diye konuştu.
65 yaşındaki Gülhanım Altan da oğlunun hastalıktan dolayı 1998 yılında vefat ettiğini, Nasibe, Kadir, Aysel, Özlem, Tülay isimli torunlarına güçlükle bakabildiğini anlattı. (aa)

89 yasındaki Abbas Özkan, çalıştığı işyerinden hastalık kapan oğlunun, 1989 yılında vatani görevini yaparken öldüğünü söyledi.

7/21/2008

Şehir ve Kadınlar: Modern Madam Bovary’ler ve Ötesi

Radikal 2'deki 22/06/2008 tarihli “Şehir ve ‘küçük kadınlar’ yazısına ve ardından gelen 29/06/2008 tarihli “Sex and the City’yi seven feminist” yazısını okuyunca birey olmak, kadın olmak, feminist olmak, toplumsal roller ve cinsiyet kavramları aklıma üşüştü. Dönüp dolaşıp geldiğim noktada, kendime sordum, kadın olmakla birey olmak arasındaki farkı.

İki yazıdaki tartışmanın ortak noktası olan Sex and the City dizisi, onca bölüm boyunca dört yakın arkadaşın, birey olmanın mücadelesini anlatmıyor muydu, esasında? Bahsi geçen yazılardan ikincisinde belirtilen, “Feminizmde savunulan “kadın”ın tek bir kadın değil; bircok farklı seyi savunan, birbirine benzemeyen, kendi hayatının farklı kosulları icinde kendine farklı cozumler ureten “farklı” kadınlar olduğunu kabul ederek, onların tercihi ve deneyimi farklı olsa da, ona saygı gostermeyi getirir.” tanıma baktığımızda, 21. yüzyılın dünyasında bir feminizm tanımı mı yapmış oluruz, yoksa bireylerden oluşan bir toplumun temel ilkesinden mi bahsederiz? Hatta “feminizm” yerine “çoğulculuk”, “kadınlar” yerine “bireyler” dediğimizde cümle hala yeterince anlamlı olmuyor mu? Benim için feminizmin üstlendiği rol farklı bireylerden oluşan eşitlikçi dünyadan ziyade, her tür cinsiyet arasındaki ilişkilerde, çoğulculuğa engel olabilecek, cinsiyet temelli önyargıları, şartlanmaları, düzenleri değiştirmek, dönüştürmek.

Eşitlik, saygı, duygusal tatminler, koca parası yemek/yememek düzeyinde baktığımızda dahi, Sex and the City karakterleri (ve aslında onlara çok benzeyen, kendim de dahil, pek çok kadın) birey olarak mücadele veriyor. Bu, hafife indirgenecek, kollektiflik içinde görmezden gelinecek bir mücadele değil. Bugün şehirde ve kırsalda yaşayan pek çok kadın çemberini genişletmek, çemberinin içinde istediği koşulları sağlamak uğruna, elbette çok değerli bir çaba içinde.

Fakat... Bu birey olma mücadelesi, kadınları başka tahakkümlerin gölgesine sürüklemiyor mu?

“Sosyolojiye Giriş” derslerinden kalma, kadının toplumsal üretimi sağlayan aktör olarak tanımlanması, klasik ve geleneksel evcil kadın imgesi ile örtüşüyormuş gibi gözükür, gerçekte ise bu kadının hem gücünün kaynağı, hem de neden bu kadar tahakküme maruz kaldığının açıklamasıdır. Biz, şehirli kadınlar, sadece başımızı kurtarma çabasındayız. Toplumu dönüştürmek değil, gündelik dertler ve bunları hafifletici yöntemler hayatımızın odak noktasıdır; bunun sonucunda da varolan düzenden yakınan, iş konuşmaya gelince mangalda kül bırakmayan biz kadınlar, bizi kuşatan dünyanın içinde aktif bireyler olarak yaşayıp gidiyoruz, pasif toplumsal kimliğimizi tamamen unutarak. Bu nedenle, ilk yazıyı okuduğumda, bir Sex and the City sever olsam da, eleştiriler kendimi işaret ediyor olsa da katılmadan edemedim. Çünkü kadınlara yönelik yüzeysel iddialara, kabullere neden olan da bizim şehirde koşturup dururken bunları değiştirecek toplumsal rolleri üstlenmememizdi. “Kendi kendine kadın” olmakta bir yol tutturup ilerlerken, “kendisi için kadın” olmakta başarısızlığımız paçalarımıza yapışıyordu.

Bana göre kadın olmak ile birey olmak arasındaki farkı anlamamız için, kadınların sırtına yüklenen pek çok rolle, içinde yaşanılan toplumun, görünürde birbirinden bağımsız, özde birbiri ile ince fakat derine uzanan bağlarla bağlanmış pek çok unsurunun kadınlar üzerinden tekrar tekrar üretilmesini idrak edebilmemiz gerekir. Örneğin ilk yazıda, malum dizideki kadınların tüketim çılgını imajına ve tüketimin pohpohlanmasına yönelik eleştirileri kanımca doğru tespitlerden besleniyor. Örneğin, Thorstein Veblen’nin* tüketimi ele aldığı yazısında, orta sınıfa mensup kadını, “erkeğin kazanıp getirdiği” geliri “estetik” kaygılar ve “statü” teşhiri nedeniyle alışverişte harcamasını ele alır. Sencer Ayata*’nın da araştırmasında ele aldığı gibi, Ankara’da orta sınıftaki kadınların geliri benzer imaj göstergeleri için harcadığını, bu alışveriş (aynı zamanda itibar) uğraşının erkeğin vaktini harcamaya değer görmediği, “kadına ait” bir alan olarak tanımlandığını gösterir. Yani biz kadınlar, hem bu pazarın çarklarını döndürüyoruz (reklamlara bakarak da bunu görebiliriz: perde, nevresim takımları, beyaz eşya, şu kadarcığı yeten pırlantalar, kremler, mutfak eşyaları), hem de bu ilişkiler ağında değersiz ya da daha az değerli addedilen işlerden sorumlu kılınıyoruz. Bu da yetmiyor, kendimiz de kadınlar arasında bir hiyerarşi yaratıp çocukları anneanneye/babaanneye yada bakıcılara, evin temizliğini periyodik olarak aldığımız yardımcılara yüklüyoruz ve nedense hiçbirimiz bu işlerde sadece kadınların çalıştırıldığını sorgulamıyoruz. Kadınlara yüklenen değerleri eleştirmeye gelince yazıyoruz, konuşuyoruz, fakat pratikte, bu değerleri işimize geldiği gibi kullanıyoruz. Belki başarılı bir doktor, mühendis, mimar oluyoruz; fakat sosyal bilgiler kitaplarındaki “asker”, “doktor”, “mühendis” erkek imgelerine iliştirilen “hemşire”, “öğretmen”, “ev kadını” kadın imgesini değiştirmiyoruz.

Kabul edelim, biz kadınlar, bireysel hırslarımızda unuttuk ve kaybettik kadın kimliğimizi. Modern Madam Bovary’ler olduk. Kadın olduğumuzu alışverişin yüceltildiği pahalı ve yaldızlı alışveriş merkezlerinde hatırlıyoruz artık, tek bir farkla artık kocamızın parasını tüketmiyoruz, kendi kazancımızı harcıyoruz. Üstesinden gelemediğimiz işleri ise başka kadınlara yıkıyoruz. Değerler hiyerarşisinde, “kendi kendine kadın” olan bireyler olarak, bir üst basamağa tırmanmak için çırpınırken, “kendisi için kadın” olmayı unutuyoruz. Üstelik hiyerarşinin alt basamağındakilere daha değersiz gördüğümüz işleri yıkarak, onlara bir de biz vuruyoruz.

Değiştiremediğimiz dünyamızda, kendimize rant aradığımız her gün, karşılaşıyoruz başarısızlığımızla. Sokakta doğrudan veya dolaylı olarak maruz olduğumuz küfürler, “Şanslı olsaydım anam beni kız doğururdu” ve benzeri basma kalıp sözler, kadın-politika ilişkisinin ülkemizdeki başarısızlığı, günlük imgelerimiz, algılarımız ve daha nicesi değiştiremediklerimizi gösteriyor bize. Kendi kendimize çelme takıyoruz gün be gün. En çok da hemcinslerimizle uğraşıyoruz. Örneğin, ikinci yazıda eleştirildiği gibi, feminist olmaya giden yolu, babetlerin, elbiselerin renkleri ile uğraşarak aşmaya çalışıyoruz. Feminizm bu güne kadar yapılmış kategorileri bozmayı hedeflerken, kendisi yüzeysel kategoriler yaratarak kendi yolunu tıkıyor. Doğal olarak, kendisine dert olarak imajları seçen bir anlayış, zihinlerimize kazınmış, dilimize yerleşmiş, hayatımıza girmiş eşitsizlikleri ve toleranssızlığı çözmede baştan başarısız oluyor.

Oysa değerler hiyerarşisini sorgulasak, neden kadına düşen rollerin sanki ezelden ebede uzanan kabullermiş gibi değersiz gösterildiğini sorsak? Neden demeyi öğrensek ve Cennetten kovuluşun suçunu yükledikleri Havva’dan gelme merakımızı dedikoduya değil, bunlara yöneltsek, “erkek-kadın”, “tam kadın” ve “orta yol kadın”ları olarak aynı çamurda debelenmeyi bıraksak, daha çok yol almaz mıyız?

Gerçek bir değişim için, farklılıklara, cinsiyetinin farkında olan bireylere ihtiyacımız olduğu kesin. Bunun hafife alınacak şeyler olmadığı bir gerçek; ama sadece bunun üzerinden bir dönüşüm beklemek ve feminizmi buna indirgemek daha başlamadan tıkanıp kalmaktır. Çünkü dönüşüm, değişimin bireylerden başlayıp kollektif bir rol alabilmesi ile mümkündür. Türkiye ve dünya şartlarını göz önünde bulundurduğumuzda, bu iki ayaklı devinimin paralel gitmesi gerekir. Bunun için de, şehirli kadınların devekuşu yaşamlarından sıyrılıp her taşın altına bakmayı öğrenmesi, tüketime hapsolmaktan sıyrılıp değer üretimi için kolları sıvaması gerekiyor.

* Thornstein Veblen, The theory of the leisure class, New York, Dover Publications, 1994.
*Sencer Ayata, “The new middle class and the joys of suburbia” Fragments of Culture: The Everyday of Modern Turkey (Ed. Deniz Kandiyoti ve Ayşe Saktanber),Tauris,London, 2002, s. 25-42.

5/18/2008

İn misin, cin misin, söyle sen nesin?

Derler ki, insanoğlu çok özel bir bilgiye sahip olmuş bundan çok uzun zaman önce. Bu bilgi, onun etrafındaki şeyleri tasnif edebilmesi ve analiz edebilmesi ile ele geçirilmiş. O zamandan bu zamana, insanoğlu tasnif işinde öyle ustalaşmış ki, çok küçük yaşlardan itibaren, her gördüğüne bir etiket yapıştırabilir olmuş.
Bu yazının can alıcı noktası ise, günümüzde insanların bu etiket fetişizmi ile sürdürdükleri hayatlarıdır. Daha da özele inecek olursak, etiket fetişizminin gelişmesinde büyük öneme sahip üniversite eğitiminin rolüdür. Üniversitelerin rolü 2000'lerin dünyasında iyice anlaşılmalıdır ki, bugünün insanı ne hallere düşmüş görülsün.
Genel olarak üç tip kategorizasyon bozukluğu var bugünün üniversitelerinde, özellikle de bu üniversitelerin sosyal bilimler bölümlerinde. Birincisi, "akademik düşünce" gibi bir kavram çıkarıp bunu bilime eşdeğer tutmalarıdır. Bu düşünce tipi ve onu üreten insanlar, kütüphaneden çıkmayan, belki ingilizceyi uzun uzun cümleler kurabilme bağlamında çok iyi konuşup özde çelişik, içi boş ve yenilik getirmeyen, görüneni yeniymiş gibi yutturan insan tipidir. Zaten bir yenilik çabası yoktur bu kategoride üst sıralarda yer alanların. Onlar bir tür "pazar insanı"dır ve kendilerince "neden-sonuç" fetişizmi ile bilim yapıp giderler. Kısacası, neden-sonuç eşitliği bilime denk tutulmuştur. Tabi bilimin neden-sonuç en belirsiz olan yönü olduğu için, biraz "boş alana at, mutlaka bir şey tutturursun" disturu ile sürdürülüp gider bu çaba. Oysa doğa bilimlerine göre kendini konumlandırmaya çalışan bu üniversitelerin sosyal bilimler bölümleri, doğa bilimlerini bile tam olarak anlayamamıştır. Doğa bilimleri, sadece neden sonuç üzerinden gitmez, farklı açıklamalara, daha önce kimsenin çalışmadığı bir doğa olayına/varlığına bakabilir. Önemli olan keşfetmek ve bunu belli tanımlamalar çerçevesinde yapabilmektir. Somutlaştırmak gerekirse, bir proteinin DNA'sında daha önce yapılmamış bir çalışma yapılabilir doğa bilimleri insanı. Neden-sonuç bulunabilir mi bu çalışma sırasonda, elbette, ama burada önemli olan yeni bir bilgi geliştirmektir. Bir de sosyal bilimler insanına bakalım: Dört duvarlı bir odaya hapsolmuştur, "neden-sonuç" diye bağrınan akademisyenlerle mücadele ederken, neden sonuçtan müzdarip makalelerin arasında hapsolmuştur. Zaten nedir bu neden-sonuç dediğinizde, belirsizliğini tanımlayan bin tane terim vardır ve her yerde karşınıza çıkan "neden-sonuç, korelasyon değildir." manifestosunun böylesine yinelenmesi, sizde bu hikayede kimin aptalı oynadığı sorusunu uyandırır. Bu bakımdan, sosyal bilimlerin esas sorunu, tanımlama beceriksizliğidir. Tanımları sadece teorinin ve hatta felsefenin alanına atma yanılgısıdır. Oysa kategorizasyondan da, neden-sonuçtan da önce gelmesi gereken bir iştir, tanımlama. Sosyal bilimler, neden sonuç üzerinden gitmez, hatta hiçbir zaman o düzeyde bir ilişki kuramayabilir de, ama tanımla çalışmanın sınırlarını koyup, doğruluğunu tartışabilir. Tanımı, kategoriden ayıran, onun bir kategorideki farklılıkları da ifade edebilme gücüdür. Kategorisizleştirmekten ve hatta kategorisizleşmekten korkar insan, çünkü modern dünyada kategorin statündür, kategorin kadar konuşursun. Oysa tanımlar, değişir, değişime yatkındır ve hatta tanım değişmek ister. Aynı nehre iki kere girilmez çünkü. Tanım zamansaldır, görelidir. İnsanlar da tanımlarla daha cüretkar hareket ederler. Korkmazlar değişiminden. Tanımlamaya nasıl başlayabiliriz, esas sorunumuzdur. Kategori hastalığına tutulmuş üniversiteler, öğrencilerilerine makalelerden oluşan on yüz bin baloncuk yutturma işlemini eğitimin esası olarak görürler ki, yanlışlardan yanlış beğenmenin örneğidir. Makaleler düşünce kesitleridir. Bir yazarı bir makale ile anlatamazsın, öğretemezsin, bilgiye dönüşecek birikimi de veremezsin. Kitapları olmalı öğrencinin, hem dersin zorunlu kitapları, hem de -örneğin yüksek lisans ve sonrası düzeyde- dersin gidişatı ile ilgili kendince uygun bulduğu kitapları. İlk kısım ne kadar zorunluluksa, ikinci kısımda o kadar zorunluluktur, çünkü tanımlamanın başlangıcıdır. İnteraktif öğretmedir bu bir yerde, öğrenciyi elinine tutuşturulan makalelerden kurtarıp gerçekten düşünmeye teşvik eden yegane yöntemdir.
İkinci kategorizasyon sorunu, birincisi içinden doğmaktadır, kısaca "pazar insanı" olarak tanımlanabilir. Yukarıda bahsedilen, kategorik statülere hapsolmuş ve pozisyonuu kaybetmekten ölesiye korkan bu tip insanlar, kütüphanelere kapanıp en ağdalı cümlelerle ifade etmeye çalışırlar kendileri. Ama olur da Türkçe kullanmaları gerekirse düşüncelerinin olgunlaşmamışlığı çıkar ortaya. Kendileri de sosyal bilimlerin, bilim kısmına yoğunlaşmaktan, sosyali unutmuşlar, yaptıkları bilim de havada kalmıştır. Ne kadındırlar, ne erkek. Başkaları ile konuşunca ne kadar zayıf oldukları ortaya çıkacak diye, oyunlar oynarlar, ilkokul, ortaokul düzeyindeki oyunları hem de. Üniversite sisteminde ikiyüzlü bir hale gelmişlerdir bu kişiler. Akademik personelin arkasından, üretmedikleri dedikodu, söylemedikleri laf kalmaz. Ama onların karşısında saygıda kusur etmeyen, her daim çalışmaya hazır, potensiyel başarılı öğrenci profilidir. Bu saklambaç oyununda, gerçekten düşündüklerini, üzüldüklerini, sevindiklerini, istediklerini gösteren insanlar, kategorizasyon dışına itilirler verilen notlarla ya da ortamdaki insanların tavırlarıyla.
Son kategorizasyon bozukluğu da, ikincisi ile birincisinin karışımıdır. Türkiye'nin mevcut şartlarında, CHP'yi kimlik siyaseti yapmakla ve elitist olmakla suçlayan üniversite personeli, şehirden çok çok çok uzak bir üniversitenin sınırları içinde, ultra yalıtılmış, ve özel güvenlik kuvvetlerince korunmuş bir halde yaşayıp giderken acaba elitizmin neresinde görürler kendilerini, merak konusur.
Asosyal, bilimsel ve felsefil olmaktan uzak, bilgisiz, elitist bu üniversite ortamında ne bilgi yetişir, ne de insan. Sonuç, piyasaya pazarlama teknikleri ile sürülen binlerce birbirinin aynısı insan.