5/18/2008

İn misin, cin misin, söyle sen nesin?

Derler ki, insanoğlu çok özel bir bilgiye sahip olmuş bundan çok uzun zaman önce. Bu bilgi, onun etrafındaki şeyleri tasnif edebilmesi ve analiz edebilmesi ile ele geçirilmiş. O zamandan bu zamana, insanoğlu tasnif işinde öyle ustalaşmış ki, çok küçük yaşlardan itibaren, her gördüğüne bir etiket yapıştırabilir olmuş.
Bu yazının can alıcı noktası ise, günümüzde insanların bu etiket fetişizmi ile sürdürdükleri hayatlarıdır. Daha da özele inecek olursak, etiket fetişizminin gelişmesinde büyük öneme sahip üniversite eğitiminin rolüdür. Üniversitelerin rolü 2000'lerin dünyasında iyice anlaşılmalıdır ki, bugünün insanı ne hallere düşmüş görülsün.
Genel olarak üç tip kategorizasyon bozukluğu var bugünün üniversitelerinde, özellikle de bu üniversitelerin sosyal bilimler bölümlerinde. Birincisi, "akademik düşünce" gibi bir kavram çıkarıp bunu bilime eşdeğer tutmalarıdır. Bu düşünce tipi ve onu üreten insanlar, kütüphaneden çıkmayan, belki ingilizceyi uzun uzun cümleler kurabilme bağlamında çok iyi konuşup özde çelişik, içi boş ve yenilik getirmeyen, görüneni yeniymiş gibi yutturan insan tipidir. Zaten bir yenilik çabası yoktur bu kategoride üst sıralarda yer alanların. Onlar bir tür "pazar insanı"dır ve kendilerince "neden-sonuç" fetişizmi ile bilim yapıp giderler. Kısacası, neden-sonuç eşitliği bilime denk tutulmuştur. Tabi bilimin neden-sonuç en belirsiz olan yönü olduğu için, biraz "boş alana at, mutlaka bir şey tutturursun" disturu ile sürdürülüp gider bu çaba. Oysa doğa bilimlerine göre kendini konumlandırmaya çalışan bu üniversitelerin sosyal bilimler bölümleri, doğa bilimlerini bile tam olarak anlayamamıştır. Doğa bilimleri, sadece neden sonuç üzerinden gitmez, farklı açıklamalara, daha önce kimsenin çalışmadığı bir doğa olayına/varlığına bakabilir. Önemli olan keşfetmek ve bunu belli tanımlamalar çerçevesinde yapabilmektir. Somutlaştırmak gerekirse, bir proteinin DNA'sında daha önce yapılmamış bir çalışma yapılabilir doğa bilimleri insanı. Neden-sonuç bulunabilir mi bu çalışma sırasonda, elbette, ama burada önemli olan yeni bir bilgi geliştirmektir. Bir de sosyal bilimler insanına bakalım: Dört duvarlı bir odaya hapsolmuştur, "neden-sonuç" diye bağrınan akademisyenlerle mücadele ederken, neden sonuçtan müzdarip makalelerin arasında hapsolmuştur. Zaten nedir bu neden-sonuç dediğinizde, belirsizliğini tanımlayan bin tane terim vardır ve her yerde karşınıza çıkan "neden-sonuç, korelasyon değildir." manifestosunun böylesine yinelenmesi, sizde bu hikayede kimin aptalı oynadığı sorusunu uyandırır. Bu bakımdan, sosyal bilimlerin esas sorunu, tanımlama beceriksizliğidir. Tanımları sadece teorinin ve hatta felsefenin alanına atma yanılgısıdır. Oysa kategorizasyondan da, neden-sonuçtan da önce gelmesi gereken bir iştir, tanımlama. Sosyal bilimler, neden sonuç üzerinden gitmez, hatta hiçbir zaman o düzeyde bir ilişki kuramayabilir de, ama tanımla çalışmanın sınırlarını koyup, doğruluğunu tartışabilir. Tanımı, kategoriden ayıran, onun bir kategorideki farklılıkları da ifade edebilme gücüdür. Kategorisizleştirmekten ve hatta kategorisizleşmekten korkar insan, çünkü modern dünyada kategorin statündür, kategorin kadar konuşursun. Oysa tanımlar, değişir, değişime yatkındır ve hatta tanım değişmek ister. Aynı nehre iki kere girilmez çünkü. Tanım zamansaldır, görelidir. İnsanlar da tanımlarla daha cüretkar hareket ederler. Korkmazlar değişiminden. Tanımlamaya nasıl başlayabiliriz, esas sorunumuzdur. Kategori hastalığına tutulmuş üniversiteler, öğrencilerilerine makalelerden oluşan on yüz bin baloncuk yutturma işlemini eğitimin esası olarak görürler ki, yanlışlardan yanlış beğenmenin örneğidir. Makaleler düşünce kesitleridir. Bir yazarı bir makale ile anlatamazsın, öğretemezsin, bilgiye dönüşecek birikimi de veremezsin. Kitapları olmalı öğrencinin, hem dersin zorunlu kitapları, hem de -örneğin yüksek lisans ve sonrası düzeyde- dersin gidişatı ile ilgili kendince uygun bulduğu kitapları. İlk kısım ne kadar zorunluluksa, ikinci kısımda o kadar zorunluluktur, çünkü tanımlamanın başlangıcıdır. İnteraktif öğretmedir bu bir yerde, öğrenciyi elinine tutuşturulan makalelerden kurtarıp gerçekten düşünmeye teşvik eden yegane yöntemdir.
İkinci kategorizasyon sorunu, birincisi içinden doğmaktadır, kısaca "pazar insanı" olarak tanımlanabilir. Yukarıda bahsedilen, kategorik statülere hapsolmuş ve pozisyonuu kaybetmekten ölesiye korkan bu tip insanlar, kütüphanelere kapanıp en ağdalı cümlelerle ifade etmeye çalışırlar kendileri. Ama olur da Türkçe kullanmaları gerekirse düşüncelerinin olgunlaşmamışlığı çıkar ortaya. Kendileri de sosyal bilimlerin, bilim kısmına yoğunlaşmaktan, sosyali unutmuşlar, yaptıkları bilim de havada kalmıştır. Ne kadındırlar, ne erkek. Başkaları ile konuşunca ne kadar zayıf oldukları ortaya çıkacak diye, oyunlar oynarlar, ilkokul, ortaokul düzeyindeki oyunları hem de. Üniversite sisteminde ikiyüzlü bir hale gelmişlerdir bu kişiler. Akademik personelin arkasından, üretmedikleri dedikodu, söylemedikleri laf kalmaz. Ama onların karşısında saygıda kusur etmeyen, her daim çalışmaya hazır, potensiyel başarılı öğrenci profilidir. Bu saklambaç oyununda, gerçekten düşündüklerini, üzüldüklerini, sevindiklerini, istediklerini gösteren insanlar, kategorizasyon dışına itilirler verilen notlarla ya da ortamdaki insanların tavırlarıyla.
Son kategorizasyon bozukluğu da, ikincisi ile birincisinin karışımıdır. Türkiye'nin mevcut şartlarında, CHP'yi kimlik siyaseti yapmakla ve elitist olmakla suçlayan üniversite personeli, şehirden çok çok çok uzak bir üniversitenin sınırları içinde, ultra yalıtılmış, ve özel güvenlik kuvvetlerince korunmuş bir halde yaşayıp giderken acaba elitizmin neresinde görürler kendilerini, merak konusur.
Asosyal, bilimsel ve felsefil olmaktan uzak, bilgisiz, elitist bu üniversite ortamında ne bilgi yetişir, ne de insan. Sonuç, piyasaya pazarlama teknikleri ile sürülen binlerce birbirinin aynısı insan.

Hiç yorum yok: